Kerim Demir>> Site içi arama
Hoşgeldiniz Kerim Demir |

Bilgi

YENİ EKLENENLER

İçerik

Kerim DEMİR

osmanli600yilnasilayaktakaldi

OSMANLI DEVLETİ 600 YIL NASIL AYAKTA KALDI

Amerika'da 2700 adet üniversite var. Evet tam 2700. Türkiye'de üniversite sayısı çok diyenler bi düşünsün derim. Amerika'nın 200-300 yıllık tarihi var.Her üniversitede 5-6 tarih profesörü var. Amerikadaki binlerce profesör yıllardır 200-300 yıllık Amerikan tarihini araştırmakla meşgul.

Türkiye'de son kurulanlarla beraber kaç üniversitemiz var ve kaç tane tarihçi profesörümüz kaç yıldır ülke tarihini araştırıyor bir kıyaslayın. Üstelik yüzlerce yıllık tarihimize, geçmişimize rağmen.
Evet ülkemizin bunca yıllık tarihini bu güne kadar araştıran kişi sayısı yüzleri bile bulmuyor.


Prof. Heath Lowry, (Princeton Üniversitesi Osmanlı Tarihi Hocası) Osmanlı Devleti konusunda diyor ki;

Acaba diyorum, şimdi 700. yılı kutlanıyor ama,bu 1299 tarihini biraz geriye atmak mı lazım diye düşünüyorum. Yani belki 1299’da değil de, belki 1275’e kadar bunu geriye götürsek, ancak o zaman bu belgeyi bir tablo içine koyabiliriz. Yoksa Osman Gazi yanında neden hadım taşısın, neden yanında katip
olsun? Hepsi soru işaretleri. Yine o devirde 1360’lı yıllarda diğer bir vakıfnamede şahitlerin arasındaki isimleri okuduğunuz zaman bugün görüyorsunuz ki normal,beklediğiniz isimlerin yanı sıra bir takım hıristiyan isimleri de var. Hüdavendigar bir vakıfname yaptığı zaman, herhalde sokaktan insan toplamıyor, gel bunu imzala diye. Çevresindeki insanlarla bu işleri bunu yapıyor. Peki acaba bu hristiyanlar onunyanında ne arıyorlar? Yani demek istediğim, biraz uzun anlattım ama, her konudaki
Osmanlı belgelerini bugünkü araştırma imkanları ile yeniden değerlendirmek lazımdır. Bu kolay bir iş değildir.


14. Yüzyıla kadar dayanan çok pratik bir idare sistemi kurmuşlar. Yani her şey vergiye bağlı, ve insanlar hiçbir farklılık olmadan yani din, ırk, lisan, o sistemin bir parçası olmuşlar. Yani Osmanlılarda tolerans, hoşgörü, tahammül diyoruz. Bu Osmanlılarda en mühim olan şeydir ve sistemi korur. Bu
sistemi korurken bir tarafta kuvvetli bir asker vardır, bir tarafta da o dönem için çok ilerlemiş bir hukuk düzeni vardır. O tarihte başka bir medeniyete baktığınız zaman bu sisteme en yakın Roma İmparatorluğu’nun ilk zamanları görünüyor. Tabii bu bir tesadüf değildir, hemen hemen ayn corafyada aynı problemlerle karşı karşıya kalmışlar. Değişik dinleri değişik insanları falan, bunu bir sistem içinde nasıl yerleştiriyorsunuz? Bugüne bakarsanız Amerika geliyor akla.


ilk dönemde Roma veya bugünkü Amerika gibi kim yeni kurulan bu devlete bir hizmet yaparsa onun bir
bir yeri ve rolü vardı. Herhalde bu Osmanlılar’ın klasik deyimiyle bir aşiretten bu kadar süratle bir dünya devleti haline gelmesinde bunun rolü vardı. Çok açık bir sistemde işe yarayan, ihtiyaç duyulan, faydalı olan, bir ustalığı ve niteliği olanherkesin dini ırkı ne olursa olsun değerlendirilmesi ve toplumda bir yeri olması bu hızlı gelişmeyi sağladı. Bundan sonra devşirme gibi bu sistemin değişik uygulamalarını görüyoruz.


Osmanlı’nın oturduğu üç ana temel ortaya çıkıyor; bir askeri dehaları var, ikincisi ileri bir hukuk sistemi var bir de adaleti adil bir şekilde dağıtıyorlar. Bütün bunların da sentezini oluşturan değişik kültür ve gruplardan insanların kabul görmesi aynen günümüz Amerika’sında olduğu gibi. Bunu erime potası halinde rasyonel bir devlet politikası haline dönüştürmesi gibi.

Bunu tamamen islamdan ayırmak da mümkün değil. Çünkü her ne kadar Emeviler’de Abbasiler’de, Büyük Selçuklular’da buna benzeyen bir şey görüyoruz ama, bu sefer ters. Aslında bu Osmanlıların yarattığı bir şey ve nasıl bugün bir bina inşa edilirken onun en mühim olan kısmı temelse, Osmanlıların niçin 600 sene 17., 18. Yüzyıllardaki büyük çalkantılara rağmen ayakta kaldığını bu sağlam ve
akılcı temelleri açıklıyor. Bunun çok güzel bir fıkrası vardır, Kanuni, Süleymaniye Camiini yaptırırken Mimar Sinan "ben bunu 5 sene içinde tamamlayacağım" der.Kanuni Mimar Sinan’ın bazı hassasiyetleri olduğunu bildiği için inşaata hiç gitmiyor,ama haber alıyor. Birinci sene sonunda taş bile konmamış. İkinci sene sonunda soruyor duvarlar daha sıva. Meraklanıyor, bir gün ata biniyor, gidiyor inşaat sahasına,Sinan’a bunun nasıl biteceğini soruyor. O da binanın en önemli kısmı olan temellerin
bittiğini, bundan sonraki işin çok kolay olduğunu söylüyor. Aynı Osmanlı gibi. O devirde diğer devletlere bakılırsa böyle bir eğilim yok, tam tersine, müthiş bir katolik yobazlığı, din ayrımcılığı ve bunların yol açtığı savaşlar, katliamlar var. II. Beyazıd’ın döneminde imparatorluğun kapılarını bu din yobazlığından kaçan musevilere açması mucize gibi bir şey ..

Makyavel’in Prensine bakınca orada Osmanlılar ile ilgili "Büyük Türk","Bağışlayıcı Türk" "Avrupalı hükümdarlar, prensler içinde sözüne güvenilirtek prens Osmanlı Prensi’dir"? Ve Osmanlı Prensi bir söz verirse, çok zor durumda bile olsa, N’apar yapar sözünü tutar, sözünden dönmez? Bağışlayıcı, toleranslı Türk imajından sonra bir bakıyorsunuz Viyana Kuşatmasından sonra ilk kez "Barbar" Türk nitelemesi çıkıyor ortaya. Sizce bu fark neden? İslamı çok büyük bir tehlike olarak mı gördüler?

Osmanlılardan evvel bin senelik Bizans vardı. Onlardan evvel 500 senelik Roma İmparatorluğu vardı. Demek ki iki bin seneden beri Balkanlardaki ve Arap dünyasındaki halklar çok uzun asırlar bir imparatorluğun veya büyük devletin parçası olarak yaşamışlardır. Bunun etkileri vardır. Fransız İhtilalinden sonra çıkan milliyetçilik kavramı sonucunda belki bir şekilde özgür oluyorsunuz ama bütünlük içinde birarada yaşama tecrübesi, barışı koruma kabiliyetine sahip olamıyorsunuz. Çünkü her zaman bir otorite altında yaşamışlar. Osmanlı bu halkları satranç tahtasında birer parça olarak görüyor ve bir parçanın diğeriyle kavga etmesini istemiyor. O zaman oraya ordu göndermek lazım,vergiler aksayabilir vs. Halklara, dinlerine, kültürlerine gösterilen toleransın arkasında kısmen bu var. Çünkü herkes bu sistemin içinde, herkesin rolü var. 19. Yüzyıl başlarında Şam’da ve kısmen de Halep’te Ortodoks Hıristiyanlar Musevilere karşı Blood libel çıkarıyorlardı. Bir önrek vereyim: bir Hıristiyan çocuğu kayboluyor ve bununla ilgili Yahudilerin ayinlerinde çocukların kanını unla karıştırıp ekmek
yaptıkları dedikodusunu yayıyorlar. Bu klasik Rusya’daki musevi katliamlarında da kullanılan kışkırtma yöntemleridir, olaylar hep böyle başlar. Bir kaç gün sonra çocuk ortaya çıksa da böyle çirkin yalanlarla halk arasında o arada birkaç yüz kişiöldürülmüş oluyor.

Bu olaylar Polonya’da Rusya’da çok yaygındı ve binlerceinsan bu yüzden hayatını kaybetmiştiİşte bu tür olaylar Şam’da Halep’te başladığı zaman Osmanlı yönetimi şak diye bunların önünü kesiyor, büyümesineizin vermiyor. Ama Rusya’daki Çarlar izin veriyordu. Bunlar Osmanlılar’ın işine gelmiyordu.
1830’larda Amerikadan bir takım misyonerler gelmişlerdi.Tabi bunların ilk hedefi müslümanlardı. Hemen orada bir şey olamayacağını anlayınca, bakmışlar Yahudiler var. Hatta Kitab-ı Mukaddes’ı İbraniceye çevirmişler. Oradan da bir hayır görmeyince, bu sefer Ermenilere döndüler işi. Ve büyük problemler oldu. Çünkü bu milletlerin arasında bir sistemi vardır. Protestan Ermeni diye bir millet yoktur. Padişahlar çok rahatsız olmuş bu konuda. Neden? Çünkü mevcut olan bir sistemi bozuyor.

Osmanlı hakimiyeti altındaki Yahudilerin çoğunluğu İspanya’dan Engizisyon’dan kaçanlar ve onların çocuklarıdır. Onlar hiçbir zaman bugünkü İsrail’i yani Filistin topraklarını hedeflememişlerdir,
etmemişler kendilerini. Zaten lisanları son zamanlara kadar İspanyolca olarak kaldı.Onlar da bu 19. Yüzyıl milliyetçiliğinin tamamen dışında kalmışlardır.

Çünkü gerçekten onlar Osmanlılara kendilerini koruyan devlet olarak baktılar. Selaniğe baktığımız zaman, Selanikte 15. Yüzyılın sonuna doğru, nüfusun yarısı Türkmüslüman yarısı Musevi. Otuz sene içinde iki misli büyüyorlar ve nüfusun %65’inin bu dışardan yeni gelen Yahudilerden oluşduğunu görüyoruz. Dünya tarihi içinde düşündüğünüz zaman böyle ikinci bir misal bulamazsınız. 25 sene evvel çıkan bir makalemde bunu ilk defa göstermiştim; bizim klasik anlayıştaki herkes diyor ki,bunlar İspanya’dan tekstil, bilhassa dericilik gibi bir takım sanayii getirmişler, onun için Selanik tekstil ve deri merkezi olmuş. Yok öyle bir şey. Bunlar gelmeden on beş sene evvel bir tahrir defterinden görüyoruz ki bütün bu meslekler zaten o yöredeki mevcut Ortodoks ve Müslüman halkların arasında çok yaygın.

Museviler sadece bu mesleklerin yaygın ve talep gören meslekler olduğunu görünce o  konularda yetişiyorlar. Bu da tabii ilginç bir noktadır. Orta Çağ Avrupasına baktığınız zaman böyle bir uygulamanın, yani çalışma ve meslek seçme özgürlüğünün Museviler için söz konusu olamayacağını görürsünüz. Musevilere en çok tolere edilen venedik’te bile, duvarların arkasında ayrılan mahallelerde Musevilere hangi işi yapabilecekleri, hangilerini yapamayacakları söyleniyordu. Osmanlılar’da bu yoktur. Çünkü onlarda bir bakımdan gayet modern bir ekonomi anlayışı var ve kim nerede yararlıysa onu
kullanıyor.

Devlet hizmetinde de öyle. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğunda Dışişleri Bakanlığı falan yoktur Avrupa’dan kaçan Yahudilere, Hıristiyan Katoliklere bakıyoruz bayağı önemli isimler, bunlara diplomatik misyonlar veriliyor, çünkü lisan biliyorlar. Bunlar bize ihanet edecekler diye de korkmuyorlar, çünkü nasıl olsa Hıristiyan Avrupa’dan kovulmuş olan kişiler. Yine aynı noktaya dönüyorum, Osmanlıların büyüklüğünü şurdan da görüyoruz; her şeye açık, yeni fikirlere açık ve insanlara çok açık. Aman bu adam Türk değil, müslüman değil demiyorlar. Sadece adamın bilgili ve faydalı olup olmadığını ölçüyorlar.

Çok ilginç. Bu günümüze de ışık tutuyor. Günümüz Türkiye’sinde ırkçılık hiçbir zaman gelişmemiş. Osmanlı’da bu kavram yok. Kürt-Türk meselesi var. Hiç de ırkçı bir davranış biçimi görülmedi. Karşı tarafın amacı o olmasına rağmen. İşte bu günümüze yansıyan önemli değerlerden biri.
Çok önemli Tabii bunu bir az da şuna bağlıyorum. Osmanlılarda insanlarda Boşnak mı, Arnavut mu, Çerkez mi şu mu, bu mu falan diye bir düşünce yok. Çünkü tamamen din üzerine odaklanıyor. Müslüman müslümandır ister Habeşistan’dan gelmiş, ister Orta Afrika’dan bunun önemi yoktur. Hala Türkiye’de de yoktur


Bir de zorlayıcı da değil. Dinin patronu olmasına rağmen, Halife olmasına rağmen İslam dinini yaymacı bir politikası da yok. 1960’larda Türkiye’ye barış gönüllüsü olarak ilk geldiğim sıradabizim Ankara’daki
ofisimizde Jessie Arnett adlı Amerikalı bir zenci vardı. Eski bir profesyonel futbolcu.Çok yakışıklı bir adam, iki metrenin üstünde boyu vardı. Sen kendini bu ülkede nasıl hissediyorsun dedim. Valla dedi, dünyanın hiçbir yerinde ben kendimi böyle hissetmedim. Evet sokakta çocuklar geliyorlar ama rengine falan bakmıyorlar, elleri o kadar büyüktü ki, çocuklar kendi ellerini koyuyorlarmış onun elinin üstüne. Ben bütün dünyada dolaştım, çeşitli yerlerde çalıştım, böyle bir şeyi ancak Türkiye’de
hissediyorum. Gerçekten diyordu, iki seneden beri Türkiye’deyim ve kimse benim rengimi farketmedi. Bu da Osmanlılardan kalan bir anlayış Koskocaman bir dünya imparatorluğu. Her çeşit lisan, renk ırk kanıksanmış.


70’lerde İstanbul’da oturduğum senelerde, ben Osmanlı ve Türkiye’nin her şeyine hayran olduğum için, o senelerde Hüsnü-Hat örneklerini topluyordum. Piyasa boştu Sakıp Sabancı ve birkaç kişi vardı. Onların istemedikleri parçaları ben alıyordum. Bugün fiyatları astronomik oldu. Şunun için söylüyorum; 60’larda 70’lerde Osmanlılardan kalma ne varsa, elden çıkarıp, yeni eşyalar alıyorlardı. Şimdi o bitti,
evet biraz geç bitti ama şimdi ne kalmışsa Osmanlı’dan, yani mimari eserler, sanat eserlerinin değerleri anlaşılmaya başlandı. O bir moda olsa gerek. Bir müddet sonra geçebilir de? Bir ülkeyi ülke yapan bazı değerler; işte tolerans, işte başkasının kimliğine, kültürüne saygılı olmak, ırkçı davranmamak? Bu gibi değerlerden Türkiye’nin nasibini aldığını görüyoruz. Bu da Osmanlı’dan günümüze kalan değerler olarak algılanabilir değil mi? Evet. Osmanlılar zamanında İstanbul’a baktığınız zaman gerçekten kozmopolit bir şehir görüyoruz. 19. yüzyılın sonuna doğru İstanbul’un nüfusunun yarısından biraz azı müslümandır. Ermeni, Yahudi, Rum ile beraber hepsi birarada olduğunda tabi o başka bir hava yaratıyor. Artık ona dönmek söz konusu olamaz İstanbul’da 20 bin
Yahudi, 50 bin Ermeni, 4-5 bin Rum varken mevcut olan o kozmopolit şehir havasına dönmek mümkün değildir. İstanbul Anadolulaşmıştır. Anadolu’da Kütahya, Bursa, Eskişehir’e, Gaziantep’te gezdiğiniz zaman bunların gayet modern şehirler olduğunu görürsünüz. Ama halk dışardan geldiği zaman o eski, gençliğimizdeki İstanbul’un bir daha geri dönmeyeceğini biliyorsunuz. Bu tarihi gerçek, bunu kabul etmek lazım.



Bu devasa imparatorluk 624 yıl yaşadı. Örneğine tarihte az rastlanır bir süre dayandı ve başarılı oldu. 700. yılında bakınca bilançoyu nasıl görüyorsunuz, özetle Osmanlıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabi buna cevap verebilirim ama, benim mesleğimi gözönünde bulundurmanız lazım. Cevabımı değerlendirirken. 30 seneden beri hayatımı Osmanlı tarihine vermiş bir kişiyim. Kalkıp 30 sene sonra da Osmanlıların mühim olmadığını söylemem mümkün değil.

Yani bu hayranlık bende devam ediyor. Bütün tarihçilerin Osmanlılar hakkında yazdıklarını, söylediklerini de ölçmek lazım. Çünkü ben de bagajsız gelmiyorum.Benim bagajım işte Hıristiyanım, Amerikalıyım, çocukluğum babamın misyoner olmasından dolayı Hindistan’da geçti. Benim söylediklerimi değerlendirirken bunların hepsini gözönünde tutmak lazım.

Çünkü ben bunlarla beraberim, bunlarla varım. 70-80 arası İstanbul’da oturdum, sonra Washington’a gittim ve son yirmi senedir de Amerika’da oturuyorum. Ondan evvel pek Amerika’da oturmuyordum. Amerika’da oturduğum senelerde devamlı benzetmeler çıkartmaya çalışıyordum. Osmanlılar ve
bugünkü Amerika arasında. Değişiklikleri de var. Amerikaya zencilerin dışında herkes yeni bir hayat kurmak amacıyla göç etmişler. Ama netice Amerika kıtasında koskocaman bir imparatorluk olmuş.
Herkes onun bir parçası olarak kendini görüyor.


Kimse kalkıp Henry Kissinger’ı efendim sen Amerikalı değilsin, sen Almanya’da doğmuşsun Yahudisin ve 16 yaşına kadar sen Almanya’da yaşamışsın, nasıl Amerikalı olabilirsin diyemez. Henry Kissinger öz be öz Amerikalıdır.

Osmanlı tarihine baktığınız zaman da 15. yüzyılda devşirme veya kendi isteği ile Osmanlı
tebasına girmiş bir kişiye sen Arnavutluk’tan gelmişsin, sen Hıristiyansın, senin bu toplumun içinde bir rolün yok kimse demedi. Baskı da yok. İlla ki.bir adam olmak istiyorsun müslüman olacaksın diye bir şey yok. Sonradan .ya kendileri ya çocukları müslüman olmuşlar. Ama bu kendi istekleri ile olmuş, baskı sonucunda değil. Dolayısıyla Osmanlılardaki bir din serbestisi var bunu kabul etmek lazım.


Eğer buna ters bakmak isterlerse şöyle diyebiliriz: Tabii ki bir din serbestliği vardı. Neden?
Çünkü gayrimüslimler bir ek vergi veriyorlardı. Evet onun karşılığında askerlik yapmıyorlardı ama, onların hepsinin Müslüman olması vergi geliri azalacağı için hiçbir zaman Osmanlı idarecilerinin işine gelmezdi.17. Yüzyılın sonunda bir İtalyan seyyahı Bursa’ya gidiyor. Bunlar hemen rehbir olarak Ladino bildiği için Yahudileri buluyorlar, rehber olarak. Çünkü bu eski İspanyolca İtalyanca’ya benziyor,
anlaşıyorlar. Adam anlatıyor;.Avram adlı bir yahudi ile anlaştık, bize şehri gezdiriyor. Gezerken kendi cemaatinden polisler geldi onu gözaltına aldılar, çünkü vergi vermemiş. Ertesi gün yola çıktığımızda adamı gördük sokakta, demek ki işini halletmiş diyor. Çünkü herkesin bu toplum.içinde bir rolü vardı. Kendi cemaatinin mensubu olarak ve o din grubu içinde ama Osmanlı şemsiyesi altında . Bakınca bugün için bir takım mesajları görüyorum.

Eğer benim ileri sürmeye çalıştığım doğruysa, Osmanlıları 600 sene ayakta tutan biri vergi sistemidir, diğeri de adalet. Bunu eşitlikle karıştırmamak lazım. Herkesin yeri ve rolü belli, herkes bunu kabullenmiş. Bir bugünkü Türkiye için herhalde Osmanlılardan kalan en güzel nitelik gösterişten
şaşaadan uzak olmalarıdır. Ancak günümüz Türkiye'sine rasyonel bir vergi sistemi ve idari manada bir adalet sisteminin kaldığı söylenemez.









Bu konuda ünlü tarihçi Halil İnancık'ın yorumu şöyle


"Osmanlı devletinin 700. yıldönümünde, bu devletin birçok millet ve dini altıyüz yıl nastl birarada tutmuş ve idare etmiş olduğunu açıklamaya çalışmakladır. Prensip bakımından Osmanlı ülkesi ve halkı, iktidarını Tanrı'dan alan ve yalnız Tanrı önünde sorumlu patrimonyal mutlak bir hükümdarın hükmü altındadır.

Bununla beraber onun bu iktidarı, nasıl siyasi bir pragmatizm dairesinde kanun, adalet ve ahlâk prensiplerine göre icra etme zorunda bulunduğu da bir gerçektir.


Bu esaslar, gerçekte bürokrasiyi, hatta idareye karşı dava hakkı olan reayayı, hükümdar karşısında direnç gösterebilen bir güç durumuna getirmektedir.

Adalet anlayışı, haksızlıkları kaldırma çabasıyla ilân edilen adâletnâmeler. bu durumu açıkça ortaya koymakladır. Bürokratlar, asker ve ulema ile birlikte hareket ederek bu prensipleri çiğneyen bir hükümdarın saltanatına son verebilir; Osmanlı tarihinde bunun mi.sâlleri az değildir.

Bürokrasi: kanunu, yani devlet idaresinde objektif kuralları temsil eden bir kurum olarak, din ve devletin selâmeti adına hükümdarın karşısına çıkma gücüne sahiptir. Buna karşı hükümdar da. bürokratı (vezir-i azam) hiçbir kurala bağlı olmaksızın azletmek gücüne sahiptir; böylece hu iki güç arasında
bir dengeden söz etmek mümkündür.

Kerim DEMİR(www.kerimdemir.tr.gg)

 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol