Kerim Demir>> Site içi arama
Hoşgeldiniz Kerim Demir |

Bilgi

YENİ EKLENENLER

İçerik

Kerim DEMİR

Sevr, Lozan,Misak-ı Milli

Lozan'la ilgili tarihçi-yazar Kadir Mısırlıoğlu'nun çarpıcı görüşleri

Lozan 'la ilgili toplumumuzda yanlış bilinenler nelerdir?

Lozan 'ın değerlendirilmesinde Sevr Antlaşması Projesi'ni ölçü kabul etmek üç temel yanlışla sonuçlandığını inkar etmek kabul edilebilir değildir. Bunlar; Türk istiklalinin Lozan 'da temin edildiği, paylaşılan Osmanlı topraklarından yeni Türk devletine mümkün olan yerlerin kazandırıldığı ve Lozan 'ın uzun süreli olarak geçerliliğini korumasının antlaşmanın mükemmel olduğunu düşünmektir.

Bağımsızlığımız Lozan 'da kazanılmamış mıdır?
 

Lozan 'ın Türk milletinin istiklali ile hiçbir alakası yoktur. Bu mantıkla 'Milli Mücadele 'ye 'Türk İstiklal Harbi ' denilmesi de yanlıştır. Zira Türk milleti Lozan 'dan önce istiklalini ortadan kaldıran bir antlaşmayı kabul etmemiştir. Sevr sadece bir projeden ibarettir. M. Kemal Paşa Nutuk 'ta, İnönü de hatıralarında 'Sevr Sulh Projesi' olarak bahseder. İstiklalini kaybetmemiş bir milletin onu Lozan 'da yeniden kazanmış olduğunu iddia etmek hem tarihi gerçekler ve hem de mantık açısından tutarlı değildir. Ülkemiz bir istilaya maruz kalmıştır ve bu istila karşı canhıraş bir mücadele gösterilerek defedilmiştir. Burada sadece istiklalimize tecavüz söz konusudur. Lozan 'la istiklalimiz arasında irtibat kurulamaz. 'Milli mücadele'ye de 'Türk İstiklal Harbi ' denilemez.

İNÖNÜ BATI TRAKYA 'NIN BULGARLARA VERİLMESİNİ İSTEDİ

 

Toprak kayıplarımız nasıl gerçekleşti? Neler yaşandı görüşmelerde?

Öncelikle Batum 'dan başlayalım. Batum , Misak -ı Milli'ye dahildi. Yani 30 Ekim 1918'de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan 'da Ruslar 'ın da konferansa katılmış olmasına rağmen burası talep edilememiştir. Çünkü, 1921'de imzalanan Moskova Antlaşması ile Batum Ruslara verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile 5 milyon ruble alınmıştı.

Batı Trakya 'nın da Misak -ı Milli'ye dahil olduğu tartışmasız bir gerçektir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada mütareke yılları sırasında 'Batı Trakya Hükümeti' Müstakillesi' bile kurulmuştu. Lozan 'da İnönü burasını talep etmek yerine Yunanistan 'ın elinden alınıp, Bulgaristan 'a verilmesi için çalışmıştı. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi'nden Ege 'ye açılmak istiyor. İsmet Paşa da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.

 

Adalar konusunda ne tür tartışmalar yaşandı?

 

1912 Uşi Antlaşması 'yla Adalar bize geçmişti ama Balkan Harbi sonuna kadar emaneten İtalyanlar 'da kalacaktı. Fakat 1. Dünya Savaşı ve sonra da Yunan Harbi başlayınca Adalar 'ın bize devri gecikmişti. Bunları Lozan 'da topyekün dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukuken bize ait olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk heyeti bu işte de çeşitli tavizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.

Limni adasını müttefikler münakaşasız bize verdikleri halde Askeri müşavirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu zapta geçmeyi unuttuğu için kaybettik.

 

Kıbrıs müzakereler sırasında elden kaybettiğimiz bir ada . Kıbrıs nasıl elimizden çıktı?

 

İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası 'nı ilhak etmişlerdi. Türkiye bu emr -i vakiyi kabul etmedi. Sorunun Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu. Bunun da Lozan 'da halledilmesi gerekiyordu. Lozan zabıtlarını baştan sona okuyanlar, Kıbrıs 'ın heyetimizce talep olunduğuna dair tek bir cümleyle karşılaşmazlar. Böylece Antlaşma'nın 20. maddesi Türkiye'nin İngiltere 'nin 1914'teki ilhak kararını tanıdığı konuldu.

21. maddede ise orada yaşayan halkın artık Türk Vatandaşlığını kaybederek İngiliz Vatandaşlığını kazandığı ifadesine yer verildi. Bizim üyelerimiz buna itiraz etti. Böylece isteyenlerin 2 sene içinde Türk Vatandaşlığını tercih edebilecekleri kabul edildi. Ancak bu tercih hakkını kulanlar 12 ay zarfında Türkiye 'ye geçecekti.

İşte Kıbrıs adasında Türkler ve Rumlar arasındaki nüfuz dengesizliği böylece başladı. Daha sonra 2. Dünya Savaşı 'nda Almanlar 'dan kaçarak Ege sahilimize sığınan 10 binlerce Rum istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs 'a yerleştirildi. Ayrıca Mihri Belli 'nin de katıldığı 1946-49 yılları arasındakiYunanistan İç Savaşı sırasında yenilen komünistler Kıbrıs 'a giderek oraya yerleşti. Böylece adadaki nüfus dengesizliği büyüdü.



Musul 'a konusuna gelirsek

 

Musul öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. Musul 'un Misak -ı Milli'ye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk heyeti burası için aylarca münakaşa etmişti. Fakat sonunda bir taktik hatası ile Musul da elimizden çıktı. Konu daha sonra 1926'da Haliç Konferası'nda ve ardından Cemiyet-i Akvam 'da görüşüldü. Ancak aleyhimize sonuçlanacağı ihtimali belirince, Ankara 'da 14 Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul İngiliz mandası olarak Irak'a bırakılmıştır. Karamela şekeri misali, 25 sene boyunca petrol gelirlerinden Türkiye'ye yüzde 10 verilmesi kabul edilmişti. Fakat bu dahi alınamadı.

Halbuki Lord Gurzon'un hatıratına göre, İngizler Musul 'u bize vermekte direnirlerse ve bundan dolayı barış gerçekleşmezse petrol yüzünden barışa yanaşmadıkları yolunda itham edilecekleri endişesiyle Musul 'u toprak olarak bize vermeyi ama petrolü işletmek için mümkün olan çabayı sergilemeyi hedefliyorlardı. Ancak Türk heyetinin hatalarıyla İngilizler taktik değiştirerek Musul 'u bize vermekten vazgeçmiştir.

..........................................................................................

TARİHÇİ YAZAR MUSTAFA ARMAĞAN'IN GÖRÜŞLERİ



1924'te Diyarbakır'da toplanan Türk-Kürt Kongresi

Mustafa  Armağan-16.08.2009.Zaman

Tarihin acımasız yüzü bir kez daha sahnede. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu belgesi olan Lozan'ın 86. yıldönümünde aynı antlaşmanın defterden sildiği bir sorunu tartışmaya başladık.

İster 'Kürt açılımı' deyin, isterseniz 'Doğu'nun kalkındırılması', 24 Temmuz 1923'te evinizden kovduğunuzu sandığınız bir hayalet, şimdi ağır ağır masanıza geliyor, üstelik teklifsizce baş köşeye kuruluyor. Bu defa karnını doyurmadan kalkacağa da benzemiyor üstelik.

Lozan'da Kürtlerin azınlık olarak tanınması için Lord Curzon'un baskılarını göğüslemeyi başarmıştık ama tabii ki her dediğimizi de yaptıramamıştık. Türkiye görüşmelerden önce Batı Trakya Türkleri kendi kaderlerine kendileri karar verecek diye tutturmuşken, Lozan sürecinde bu iddiasını hafızalardan silmek için uğraşmıştı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Lozan müzakereleri bütün hızıyla sürerken, 15 Ocak 1923'te İzmit'te gazetecilere sonradan sansürlenen o sözleri söylemişti. Hangi sözler mi? Buyurun beraber okuyalım:

"Bana göre Batı Trakya'nın bize geçmesi zaaftır. Orasını elde tutmak için sarf olunacak kuvvet oradan elde edilecek istifadeye tekabül etmez. Anavatanın selameti için Batı Trakya'dan vazgeçmemiz gerekir. Sorunun gerçek hal çaresi, burasını Yunanistan'a bırakmaktır." ("Eskişehir-İzmit Konuşmaları", Kaynak Yay., 1993, s. 90.)

Peki TBMM, Lozan'a gidecek kurula Batı Trakya için hangi talimatı vermişti? Şunu: "Batı Trakya üzerinde Misak-ı Milli'mizin kabul ettiği hüküm kullanılacak ve halk oylaması güvence altına alınacaktır."

Nitekim Misak-ı Milli'nin 3. maddesi de Batı Trakya'nın geleceğine halkın karar vereceğini öngörüyordu. Üstelik Yunanlılar bile biliyordu ki, eğer bir oylama yapılsaydı, Batı Trakya kesin olarak Türkiye'ye geçecekti. Tevfik Bıyıklıoğlu'nun hesaplamalarına göre, 1923'te Batı Trakyalı Türklerin elindeki tapulu arazi miktarı, toplam tapulu arazinin yüzde 79'unu buluyordu. Sonuç: Ne oylama, ne şu, ne bu: Batı Trakya Yunanistan'ın ellerinde.

Ancak asıl büyük değişim, Kürt meselesinde yaşanacaktı. M. Kemal Paşa aynı günlerde İzmit Kasrı'nda gazetecilerle yaptığı sohbette "O halde hangi livanın (ilin) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir." demişti. Tahmin edebileceğiniz gibi Paşa'nın bu 'tehlikeli' sözleri de sansürlenmiş, "2000'e Doğru Dergisi" 16 yıl önce ortaya çıkarana kadar da sansür devam etmişti.

Ancak ne değiştiyse 1923 Ocak'ı ile Şubat'ı arasındaki 4 haftada değişmişti. 17 Şubat günü açılan İzmir İktisat Kongresi'nde Mustafa Kemal'in sözlerinden Kürtlere yapılan bütün göndermeler sırra kadem basar. Nitekim 1923 Ağustos'unda yapılan seçimlerde Kürt kökenli milletvekillerinin çoğu yeniden seçilemeyecektir.

Artık Kürtler ile TC'ni birbirine bağlayan tek bir bağ kalmıştı: Lozan'da halledilemeyen Musul sorunu. Türkiyeli Kürtler Musul'daki kardeşleriyle birleşme hayalleri kurarken, TC de Kürtlerin Musul sorununda kendi tarafına meyletmesi için onlara bazı ayrıcalıklar vereceğini vaat ediyordu. Bir belgeye göre 1 Ağustos 1924 günü Diyarbakır'da bir "Türk-Kürt Kongresi" açılmış ve kongrede Güneydoğu'ya özerklik verilmesi anlamına gelecek bazı yeni düzenlemeler kararlaştırılmıştı.

Bu düzenlemeler hakikaten enteresandır. Buna göre, 1) Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde özel bir yönetim şekli kurulacak, 2) Hükümet Kürtlere bütçeden özel ödenek ayıracak, 3) Hapisteki Kürtler için genel af çıkarılacak, 4) Bölge halkından 5 yıllığına asker alınmayacak, 5) Şer'î mahkemeler yeniden kurulacak, 6) Halktan toplanan silahlar geri dağıtılacak, 7) Bölgede görev yapan bazı Türk subay ve memurları görevlerinden alınacaktı. Buna karşılık Kürtler de Musul sorununda Türkiye'yi destekleyeceklerine söz vereceklerdi.

Konu tam TBMM'ye getirilecekti ki, 3-4 Eylül 1924'te Beytüşşebab isyanı patlak verdi, ardından da bahar aylarında Şeyh Said isyanı. Belki de Türkiye için altın bir fırsat olan bu son "ortak akıl" girişimi de böylece suya düşmüş oldu. Sonrasında Türkiye'yi 85 yıl uğraştıracak olan kapan, ağır ağır kapanacaktı.

Ne yazık ki, bu ilginç kongre hakkındaki bilgilerimiz büyük ölçüde sözlü kaynaklara ve istihbarat raporlarına dayanıyor. Günün birinde onu yazılı belgelerden de okuyabiliriz. Tıpkı Robert Olson'un İngiliz gizli arşivlerinde bulduğu ve 10 Şubat 1922'de TBMM'de müzakere edildiği belirtilen kanun tasarısında olduğu gibi. Belgeyi meclis tutanaklarıyla doğrulayamadığımız için şimdilik ihtiyatla yaklaşsak da, maddeleri, Mustafa Kemal'in İzmit konuşmasındaki özerklikle ilgili sözlerini doğrulayacak niteliktedir. 18 maddelik tasarının ilk iki maddesini okumak, hakkında yeterince fikir verecektir.

1. TBMM medeniyetin icapları gereğince Türk milletinin ilerlemesini sağlama hedefi doğrultusunda Kürt milleti için kendi millî gelenekleriyle ahenk içinde bir özerk idare kurma sorumluluğunu üzerine almaktadır.

2. Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu yöre için TBMM'nin karar vereceği şekilde Türk veya Kürt olabilecek bir genel vali vekili ve bir müfettişle birlikte bir genel vali, Kürt milletinin ileri gelenleri tarafından seçilebilecektir.

Bu belgede yazılanlara göre Güneydoğu'daki sistem şöyle olacaktı: Bir Kürt meclisi kurulacak ve bu meclisin seçtiği vali vekili ile TBMM tarafından atanan genel vali birlikte çalışacaklar, ancak aralarında anlaşmazlık olduğunda TBMM karar mercii olacaktır. Kürtçe teşvik edilecek ama resmi dil olmayacaktır. Üstelik 16. maddede Kürt meclisinin ilk görevi Doğu'da bir üniversite kurmaktır.

Yüksek Komiser Horace Rumbold'un Londra'ya bildirdiği bu tasarı, en kesin delillerinden birini Amasya protokollerinin sansürlenen cümlesinde bulduğumuz Kurtuluş Savaşı'ndaki Türk-Kürt ortaklığını teyit etmesi bakımından önemlidir. Tabii bugünkü açılıma tarihî bir taban sunması bakımından da.

Tarih bize bugünün muğlak zemininde yalnız olmadığımız duygusunu verir.

........................................................................................

TARİHÇİ AYŞE HÜR'ÜN 16.08.2009 TARİHİNDE TARAF'TA YAYINLANAN BU KONUDAKİ YAZISI


Geçtiğimiz hafta bıraktığım yerden devam ediyorum. Sevr Barış Antlaşması (bundan böyle ‘Sevr’ diyeceğim), zafer kazanan ülkelerce 1914-1918 yıllarındaki Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ülkelere dayatılan Versailles Barış Antlaşmaları sisteminin ayrılmaz bir parçasıydı. İtilaf Devletleri 19 Haziran 1919 tarihli Versailles Antlaşması ile Wilhelm Almanyası’nı dizlerinin üstüne çökerttiler. 10 Eylül 1919 tarihli Saint-Germain Antlaşması ve 4 Haziran 1920 tarihli Trianon Antlaşması ile Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nu tarihe gömdüler. 27 Kasım 1919 tarihli Neuilly Antlaşması ile de irredentist (yayılmacı) Bulgaristan’ı zapt-u rapt altına aldılar.  

Bizde çok iyi bilinmez, ancak bu antlaşmalar Sevr’den daha ağır şartlar taşıyordu. Dahası bu antlaşmaların hepsi de hukuki nitelik kazanıp uygulanmıştı. Bugün İkinci Dünya Savaşı’nın Versailles’ın aşağılayıcı şartları yüzünden çıktığını düşünen geniş bir kesim var. Sevr’in Türk toplumunda yarattığı travmanın bir benzerini Trianon Antlaşması’yla yaşayan Macar toplumu, ancak Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra geçmişin bu hayaletinden kurtulabildi. Yunanistan hariç imzacı ülkeler tarafından imzalanmadığı için hiçbir zaman hukuki nitelik kazanmayan Sevr ise, yaklaşık yüz yıldır parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin, Wilson’un 14 İlkesi uyarınca ulus-devletlere bölünmesi planıydı.  

Bu bağlamda, ‘Milli Mücadele’ nasıl Sevr zihniyetine karşı gelişen ya da ondan güç alan bir süreçse, Sevr süreci de Milli Mücadele zihniyetine karşı gelişen bir süreçti. İtilaf Devletleri, Milli Mücadele kadrolarının o günlerde henüz çok az açık vermekle birlikte kafalarında bir Türk ulus devleti kurmak olduğunu fark etmişti. Bunda bir sorun da görmüyorlardı. Sorun, İtilaf Devletleri’nin kamuoyları açısından bakıldığında, bu yeni ulus-devletin ABD Başkanı Wilson’un ’14 İlke’si ve Sovyet Rusya lideri Lenin’in ‘halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayinleri’ ilkesi uyarınca Anadolu’da yaşayan gayrimüslim, gayri Türk azınlıkların haklarını koruyup korunmayacağı meselesinde kilitleniyordu.

Diğer mağluplarla antlaşmaların imzalanması birkaç ay içinde bitirildiği halde Sevr görüşmeleri çok uzun sürmüştü. Bunun nedenlerine geçen hafta biraz değindik. Sonuçta Sevr’in ana hatları şekillendiğinde Milli Mücadele çoktan başlamış, Anadolu’da ‘Osmanlı Devleti’nin otoritesi neredeyse yok olmuş, onun yerine bir ‘Ankara Hükümeti’ çıkmış, yepyeni bir karar mercii olan Büyük Millet Meclisi faaliyete geçmişti. Bu çift başlılıkta Sevr’in uygulanamayacağını İtilaf Devletleri’nin karar yapıcıları ve kamuoyları anlamıştı. Öte yandan, İtilaf Devletleri’nin Anadolu’daki pozisyonları da planı uygulamaya imkân vermeyecek şekilde köklü değişiklikler geçirmişti.  

Momenti kaçmış bir antlaşma
 

Antlaşmaya göre, Çatalca’ya kadar bütün Trakya, Ege adaları ve İzmir, Yunanistan’a; Suriye ve Çukurova, Fransa’ya; Irak ve Filistin, İngiltere’ye; Antalya ve havalisi İtalya’ya veriliyor; İstanbul ve Boğazlar İngiltere ile müttefiklerinin işgali altına giriyor, Boğazlar’ın yönetim ve denetimi milletlerarası bir komisyona devrediliyordu. Doğuda bağımsız bir Ermenistan, güneydoğuda Kürdistan kurulması planlanıyordu.

Britanya’nın Anadolu’da değil, Ortadoğu coğrafyasında gözü vardı. Ancak bu coğrafyanın paylaşımı Sevr’e kalmadan, daha 1918’de bitmişti. Fransa daha 1919 aralığında Türk tarafına, uzlaşmaya hazır olduğunu bildirmiş, 30 Mayıs 1919’da ise (geride beş uçak ve önemlice mühimmat bırakarak) Kilikya (Adana) yöresine çekilmişti. (Fransa 1921 yılının ocak ayında Kilikya’dan tamamen çekilerek sahneden çıkacaktı.)

İtalya, Sevr süreci boyunca ‘barış koşullarını’ uygulamak için gireceği açık olan ‘ölümcül bir savaşta’ kesinlikle yer almayacağını defalarca belirtmişti. Çünkü o tarihlerde Sevr’in ancak ‘silah zoruyla’ kabul ettirilebileceğinin herkes farkındaydı. Örneğin Fransız Mareşali Foch’un Mart 1920’de yaptığı hesaba göre, Türkleri yenmek için en az 27 tümene ve 400 bin askere ihtiyaç vardı. Oysa o tarihlerde İstanbul’daki Müttefik askerî varlığı yedi bin, Yunan ordusunun toplamı ise 80-100 bin civarındaydı.

Sevr sürecinde, aslan payını almayı uman Yunanistan ise o tarihlerde Bursa’ya kadar gelmişti. Halbuki Sevr ile Yunanistan’ın kazancı değil kaybı olacaktı. Çünkü o güne kadar işgal ettiği yerleri Sevr’e göre tahliye etmek zorunda kalacaktı.  

ABD mandaya yanaşmıyor
 

Müttefikler Rusya’ya karşı tampon olarak düşündükleri Kürt ve Ermeni mandasını sürdürecek durumda olmadıklarından sorumluluğu ABD’ye yıkmak istiyorlardı. Ancak o yıllarda izolasyonist bir politika izleyen ABD, Türkiye ile savaşa girmediği için ne Antlaşma’nın hazırlanmasında rol aldı, ne de nihai belgeyi imzaladı. Sevr’de kurulması düşünülen ‘Büyük Ermenistan’ın hamiliğini üstlenmeyeceğini daha 1920 martında ilan etti. Bunu izleyen aylarda Britanya, Fransa, İtalya ve Norveç, Ermenistan’ın savunmasıyla ilgili herhangi bir askerî yükümlülük üstlenmeyeceklerini açıkladılar. (Bunun üzerine Erivan’daki Taşnak Hükümeti Ankara ile uzlaşmak zorunda kalacak, 2-3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması ile Ermeni tarafı Sevr Antlaşması’nda kendisine tanınan haklardan feragat ettiğini açıklayacaktı.)  

Kürtlerin büyük bir bölümü, Erzurum ve Sivas kongrelerine ve Büyük Millet Meclsi’ne katılmışlar, Sevr’de Ermenilerle ortak bir Kürt devleti kurmak için kulis yapan Şerif Paşa, doğudaki bazı Kürt aşiret liderlerinin protesto telgrafları üzerine 5 Mayıs 1920’de Paris Barış Konferansı masasından çekildiğini açıklamak zorunda kalmıştı.

Başta da belirttiğim gibi Sevr’in fiilen uygulanamaz oluşu bir yana hukuki olarak da hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Antlaşma, Osmanlı Meclis-i Mebusanı 11 Nisan 1920’de Padişah tarafından kapatıldığı için görüşülmedi bile. Ankara Hükümeti ise Sevr’i hiçbir zaman kabul etmedi. Ancak antlaşma, Yunanistan dışında İtilaf Devletleri ve müttefiklerinin parlamentoları tarafından da onaylanmadı.  

Ankara’nın ‘Kırmızı Çizgileri’
 

Peki, Sevr’i ‘tarihin çöplüğüne attığı’ söylenen Lozan Barış Antlaşması bir ‘zafer’ miydi? Bu soruya cevap verirken, Lozan Heyeti’nin yanlarında götürdüğü 14 maddelik Talimatname’yi esas almakta yarar var. Çünkü bu talimatname, Misak-ı Milli ilkelerine göre hazırlanmıştı ve Ankara’nın ‘olmazsa olmazlarını’ içeriyordu.

1- “Doğu Sınırı: ‘Ermeni Yurdu’ söz konusu olamaz”
: Sınır konusu daha 1920’de halledilmişti. Lozan’da bu durum teyit edildi. Dahası, Sevr’in 142. maddesiyle savaş yıllarında zorla din değiştirenlerin, zorla yerlerinden edilenlerin, topluca öldürülenlerin, tutuklananların, kaybolanların da hakları güvence altına alınıyordu. Lozan’da 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün suçlar (1915 Ermeni Tehciri sırasında işlenen suçlar da dahil) af kapsamına alındı. Böylece geçmişe sünger çekildi.

2- “Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek”
: İstendi ancak alınamadı. Türkiye-Irak sınırı ve Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ne bırakıldı, Türkiye’nin büyük bir beceriksizlikle yürüttüğü süreç 5 Haziran 1926’da Musul’un kaybı ile bitti. (Taraf’taki ikinci yazımda bu konuyu işlediğimden, ayrıntıya girmiyorum.)

3- “Suriye sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Reis İbn Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat yolu, Der Zor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacak”
: Suriye sınırı Fransa ile Ankara Hükümeti arasında imzalanan 15 Ekim 1921 İtilafnamesi ile çözüldüğü için, Lozan’daki tek başarı bu İtilafname’yi İtilaf Devletleri’ne onaylatmak oldu. O günlerde adı Sancak olan Hatay ilini 1939’a kadar dışarıda bırakan bu antlaşma Misak-ı Milli’nin açıkça ihlaliydi.

4- “Adalar: Duruma göre davranılacak. Kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak”
: Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Ankara’nın Adalar konusunda pek umudu yoktu. İtalya ile Osmanlı Devleti arasında Trablusgarp Savaşı sonunda 18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması’na göre İtalya’nın Rodos ve Oniki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne vermesi gerekiyordu. Ancak tam o sırada Balkan Savaşı başlayınca bu iade işi yapılmamıştı. Lozan’la Rodos, Oniki Ada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya Adaları ve bunlara bağlı küçük adacıklar ile Kaş açıklarındaki Meis İtalya’ya bırakıldı. İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada ise Türkiye’ye iade edildi.(İtalya kendine verilen adaları 10 Şubat 1947’de Paris Antlaşması’yla Yunanistan’a terk etti.)

5- “Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak”
: Bulgaristan’la sınır meselesi zaten yoktu. Yunanistan’la sınırı Meriç Nehri’nin Doğu yakası oluşturdu. Halbuki Türkiye en azından orta çizgiyi (talveg hattını) sınır yapmak istiyordu. Meriç’in Batı yakasında kalan Edirne’nin Karaağaç Mahallesi, uzun tartışmalardan sonra, Yunanistan’dan talep edilen savaş tazminatı bedeli olarak geri alınabildi.

6- “Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi uygulanacak”
: Misak-ı Milli’nin 3. maddesine göre Batı Trakya’nın hukukî durumu bölgede oturanların oylarıyla tayin edilecekti. Ancak Türkiye’nin halk oylaması isteğine İtilaf Devletleri ile Yugoslavya ve Romanya karşı çıktı ve oylama yapılmadı. Batı Trakya Türkleri kaderlerine terk edildi.

7- “Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askerî kuvvet kabul edilemez”
: Evet bu madde uygulatıldı ancak bunun karşılığında Türk tarafı ciddi tavizler verdi. (Bkz. 11. madde) Boğazların statüsü konusunda Britanya’nın isteklerine uyuldu. Türkiye Boğazlar üzerinde söz sahibi olması ancak 1936 Montrö Sözleşmesi’nden sonra olabildi. (Bu konuda da bir yazı yazmıştım, bu yüzden kısa kesiyorum.)

8- “Kapitülasyonlar: Kabul edilemez”
: Mali Kapitülasyonlar daha 1 Ekim 1914’te, İttihatçılar tarafından kaldırılmıştı. Dahası emperyalistler için artık Kapitülasyonlar bir şey ifade etmiyordu, çünkü onlar bir ülkeyi sömürmenin modern yöntemlerini çoktan bulmuşlardı. Bu yüzden, İtilaf Devletleri Kapitülasyonların yeniden konmasında ısrarlı olmadılar. Ancak Türkiye’ye beş yıl süreyle gümrük vergilerini arttırmama cezası verdiler. ‘Adli Kapitülasyonlar’ konusunda ise pek başarılı olunamadı. Osmanlı Devleti veya herhangi bir yerel makamla İtilaf Devletleri ve ortaklarının uyrukları arasında 29 Ekim 1914 tarihinden önce usulüne uygun olarak yapılmış ayrıcalık sözleşmeleri geçerli sayıldı.

9- “Azınlıklar: Esas mübadeledir”
: Yabancı uyrukların yargılanmalarına ilişkin usullerin değiştirilmesi ve Rum Patrikliği’nin ülkeden çıkarılması kabul ettirilememekle birlikte en büyük başarı (!) bu maddede sağlandı. Mübadele Antlaşması’yla 355 bin kadar Müslüman Türk Yunanistan’ı, 190 bin civarında Ortodoks Rum da Türkiye’yi zorunlu olarak terk etti. Ancak mübadele Türk milliyetçilerinin istediği kadar radikal olmadı, etablis (yerleşikler) olarak adlandırılan 130 bin Müslüman Batı Trakya’da, 110 bin civarında Rum da İstanbul’da kaldı. İleriki yıllarda bunlar peyderpey ülkeden kaçırtılarak, Lozan’da verilen tavizler telafi edildi.

10- “Osmanlı Borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak. Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeline mahsup edilecek. Olmazsa 20 yıl ertelenecek. Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılacak”
: Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırıldı ve Osmanlı Devleti’nin borçları ayrılan ülkelerepaylaştırıldı. Ancak Türkiye’nin payına düşen 15 milyon altının Yunanistan’ın Türkiye’ye ödeyeceği savaş tazminatından düşürülmesi mümkün olmadı, çünkü Yunanistan tazminat ödemedi, onun yerine Karaağaç’ı verdi. Anlaşmaya göre bu borcu 37 yılda ödemeyi kabul eden Türkiye 1929 Büyük Buhranı gibi ağır krizlere rağmen borcunu 1954’te (Lozan’ın öngördüğünden dört yıl önce) kapattı. Bu durum, “mali ve iktisadi gelişmemizi engellememe kaydı ile borçların ödenmesi kabul edilir” diyen Misak-ı Milli’nin 6. maddesinin ihlali anlamına gelir mi, kararı siz verin.

11- “Ordu ve donanmaya sınırlama söz konusu olamaz”
: Aksine, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının iki yakasından on beş kilometre derinliğindeki bölgelerin askersiz olması Trakya’daki Türk Jandarma sayısının beş bine indirilmesi kabul edildi.

12- “Yabancı Kuruluşlar: Yasalarımıza uyacaklar”:
İtilaf Devletleri’nin ‘beş sene müddetle [Türkiye’de adli idare ıslah edilinceye kadar] hukukçulardan müteşekkil bir müşavirler heyeti kurulması kabul edildi. Bu ‘Adli Komisyon’ sonradan kaldırıldı ama Türkiye’deki hukuk reformlarını hep yabancı uzmanlar yönlendirdi.

13- “Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin ilgili maddeleri geçerlidir”
: Kendisi için bile Misak-ı Milli’yi uygulayamayan bir ülkenin kendisinden ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’den söz etmesinin garipliğini not edip geçelim.

14- “İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacaktır”
. Bu konuda zaten İtilaf Devletleri’nin bir itirazı yoktu.  

Talimatname’de olmayan hususlar
 

Bilindiği gibi Misak-ı Milli’nin 2. maddesinde “Halkı ilk serbest kaldıkları zamanda hür oylarıyla anavatana katılma kararı vermiş olan Elviye-i Selase (Batum, Kars, Ardahan) için gerekirse tekrar serbestçe oylamaya başvurulmasını kabul ederiz” diyordu. Ancak 1878’den beri Rusların elinde olan ve Çarlığın yerine geçen Sovyet Hükümeti ile 3 Mart 1918 günü imzalanan Brest-Litovsk Barış Anlaşması’yla Osmanlı Devleti’ne geri verilen bu üç ilden sadece Kars ve Ardahan’la yetinildi ve bölge Kazım Karabekir Paşa tarafından askerî zaferle kazanıldığı için maddede belirtilen serbest oylamaya gerek görülmedi. Batum ise, hem Kızıl Ordu ile çarpışmak göze alınmadığından, hem de Sovyetlerden gelecek maddi ve askerî yardımın hatırına Sovyet Rusya’nın siyasi hinterlandında olan Gürcistan’a bırakıldı. Böylece Misak-ı Milli ihlal edildi.  

Iğdır’ı aldık ama Kıbrıs’ı verdik
 

İyi haber ise şu: 1736 tarihli İstanbul Antlaşması’ndan 1827’ye kadar İran idaresinde kaldığı, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarca işgal edildiği için Misak-ı Milli’ye dahil edilmesi akla bile gelmeyen Iğdır, Brest-Litovsk’un ‘hediyesi’ olarak Osmanlı Devleti’nde, sonra da Türkiye’de kaldı. Böylece sınırlarımız, Misak-ı Milli sınırlarını aştı!

Bugün bazılarının Misak-ı Milli sınırları içinde olduğunu sanarak uğruna savaşmayı göze aldığı Kıbrıs’ın statüsü ise (1878’de II. Abdülhamit tarafından İngilizlere kiralanmıştı, İngilizler de 1914’te adayı ilhak etmişlerdi) Lozan’da Türkiye tarafından tanındı. Yani, Kıbrıs’ın Misak-ı Milli sınırları içinde olmadığı onaylandı.  

Misak-ı Milli’nin unutulan maddesi
 

Son olarak, Misak-ı Milli’nin “İslam halifeliğinin, Osmanlı padişahlığının ve hükümetinin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği korunmalıdır” diyen 4. maddesinin, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın, 3 Mart 1924’te Hilafet’in ilgası ve 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle açıkça ihlal edildiğini belirtelim. Kısacası Misak-ı Milli daha o yıllarda bütün maddeleriyle ihlal edilmişti. Zaten Mustafa Kemal’in dediği gibi “Misak-ı Milli hiçbir zaman bu hat şu hat diye hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaatidir...”

Lozan’da daha fazlası alınabilir miydi? Buna cevap vermek zor. Diplomatik beceriye sahip olmayan bir heyet, İngilizlerin ve Fransızların kontrol ettiği telgraf hatlarından yapılan istişareler, Türkiye’nin askeri ve ekonomik açıdan zayıf olması gibi bir dizi olumsuz faktörün ortaya çıkardığı bu antlaşmanın pek çok milletvekilin içine sinmediğini biliyoruz. Nitekim antlaşmayı bu haliyle Milli Mücadele’yi veren kadroların oluşturduğu Birinci Meclis’e imzalatmanın mümkün olmadığını gören Mustafa Kemal, Meclis’in feshini ve seçimlere gidilmesini sağlamıştı. Bu arada Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun ağırlaştırılması da ihmal edilmemişti. 23 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşmayı yeni Meclis onayladı. Ancak üyelerinin tamamını Ebedi Şef’in seçtiği bu mecliste bile, 14 üye Lozan Barış Antlaşması’na ‘ret’ oyu vermişti. Bu tarihten sonra Türkiye kendi içine döndü ve Kemalist modernleşme projesine hız verildi. Lozan’ın alelacele imzalanmasının arkasında bir an önce rejimin tahkim edilmesi işine yoğunlaşmak arzusu olduğu anlaşılıyordu.  

İki uca savrulma
 

Başlıktaki soruya geri dönersek Lozan zafer mi yoksa hezimet mi? Öncelikle şunu hatırlayalım: Sevr, Anadolu’nun dört bir yanının işgal altında olduğu bir dönemde, adeta dipçik zoruyla imzalanmış bir antlaşmadır. Lozan ise Milli Mücadele’den muzaffer çıkan güçlerin imzaladığı bir antlaşmadır. Her ulus-devlet sembolik kurucu anlaşmalarına atıfta bulunmayı sever. Kemalistler için Lozan, Sevr ile içine düştükleri aşağılayıcı durumdan kurtulup, Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni ve ‘tam bağımsız’ bir ulus-devlet kurmanın doğuşunu tescil eden ‘kutsal bir metindir’.

Milliyetçi muhafazakârlar için Lozan, Osmanlı Meclisi’nde kabul edilen Misak-ı Milli ile tarif edilen sınırların çok gerisine düşülmesinin belgesidir. Çünkü Kıbrıs, Batı Trakya, Musul gibi önemli vatan parçaları dışarıda bırakılmıştır. İslamcı muhafazakârlar için Arap topraklarının dışarıda bırakılması ve Hilafetin kaldırılması, buna karşılık Rum Patrikliği’nin İstanbul’da kalması Lozan’da Siyonistlere ve Masonlara verilen tavizlerdir. Ayrıca bu kısıtlı avantajları sağlamak için bile İzmir İktisat Kongresi’nde liberal mesajlar verilmiş, ABD’ye Chester İmtiyazı tanınmış, İzmit Basın Konferansı’nda Kürtlere özerklik vaat edilmiştir.

Ancak tüm bu kesimler, Sevr’in Batı dünyasının Türklere karşı nefretinin simgesi olduğunda hemfikirdir. Sevr ile kendi ulus-devletlerini kurmanın eşiğine gelen Kürtler ve Sevr ile 1915’te kanlı biçimde sürüldükleri anavatanlarına dönmeyi uman Ermenilerin Sevr’i sevmesinde ise hiçbir gariplik yoktur. Nasıl ki bir Türk milliyetçisi için Lozan (tüm eksiklerine rağmen) iyi bir antlaşmadır, Ermeni veya Kürt milliyetçilerinin gözünde de Sevr iyi bir antlaşmadır. Bir tarihçinin gözünde ise, ne Sevr Batı’nın Türklere karşı nefretinin simgesidir, ne Sevr’i savunmak ‘ha’dir. Aynı şekilde ne Lozan bir ‘zafer’ veya ‘hezimet’ belgesidir. Her iki antlaşma da tarihsel şartların ve onların öne çıkardığı politik aktörlerin dikte ettirdiği belgelerdir. Ve bu antlaşmalara karşı takınılan tavır esas olarak Türk, Kürt veya Ermeni milliyetçiliği ile ilintilidir.



Kerim DEMİR(www.kerimdemir.tr.gg)

 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol